Üzerinden tam 19 yıl geçti... Ders aldık mı?
Üzerinden tam 19 yıl geçti... Ders aldık mı?
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu, 17 Ağustos 1999 Marmara Depreminin 19.yıldönümü nedeniyle bir basın açıklaması yayımladı.
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası
Yönetim Kurulu'ndan yazılı açıklamada, "İnşaat Mühendisleri Odası olarak deprem
gerçeğini unutmadık, unutmayacağız.17 Ağustos 1999 Gölcük ve 12 Kasım 1999
Düzce depremleriyle ortaya çıkan her acının yükünü kalbimizde taşıyoruz. Yapı
üretim sürecinin asıl unsuru olan bir meslek Odası olarak, başta yerel ve
merkezi düzeyde ülkemizi yönetenler olmak üzere; her kurum, kuruluş ve imza
sorumluluğunu üzerinde taşıyan her insanın bu günlerde bir kez daha düşünmesini
istiyoruz" dediler.
Yapılan yazılı açıklamada ayrıca şu görüşlere yer verildi;
"İnşaat Mühendisleri Odası olarak deprem
gerçeğini unutmadık, unutmayacağız.17 Ağustos 1999 Gölcük ve 12 Kasım 1999
Düzce depremleriyle ortaya çıkan her acının yükünü kalbimizde taşıyoruz. Yapı
üretim sürecinin asıl unsuru olan bir meslek Odası olarak, başta yerel ve
merkezi düzeyde ülkemizi yönetenler olmak üzere; her kurum, kuruluş ve imza
sorumluluğunu üzerinde taşıyan her insanın bu günlerde bir kez daha düşünmesini
istiyoruz.
İnşaat mühendisliği, yer altında ve yer
üstünde güvenli ve sağlıklı yapı üretebilen ve bunu örnek uygulamalarla
kanıtlayan bir bilim dalıdır. İnşaat mühendislerinin, güvenli ve sağlıklı
yapılar üretmenin yanında, insanlarımızın sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşamalarını
sağlamak gibi bir görevi de var.
Türkiye, bir deprem ülkesidir. Bir doğa
olayı olan depremin afete dönüşmesi ve bu durumun bir türlü önlenememesi
sorununana kaynağını oluşturuyor.İzlenmesi gereken tek yol; yapıların, mesleki
derinliği olan, ahlakı ve etik anlayışı yüksek meslek insanları tarafından,mühendislik
bilimine ve "Deprem Yönetmeliklerine"uygun olarak tasarlanması
ve üretilmesidir. Ayrıca standartlara
uygun malzemeler kullanılarak etkili bir denetim mekanizmasının da uygulanması
gerekmektedir.
ÜLKEMİZİN
DEPREMSELLİĞİ VE17 AĞUSTOS 1999 GÖLCÜK DEPREMİ
17 Ağustos 1999 Depremi, ortaya çıkan
can ve mal kayıpları bakımından bir "MİLAT"
olarak kabul edildi. Ülkemizin en doğusundan en batısına, en güneyinden en
kuzeyine kadar, uzak veya yakın ölçekte her aileyi etkiledi. Ayrıca genel
olarak kırsal alanlarda yaşanan deprem yıkımlarının dışında, "Bir Kent Depremi"
olarak kayıtlardaki yerini almış oldu.
Kuzey Anadolu Fay Hattı olarak bilinen
ve zaman zaman ters istikamette yürüyen fay hattı, dünyanın en tehlikeli
faylarından biridir. Bingöl ilimizin Karlıova ilçesinden başlayıp Marmara
Denizi'ne uzanan, oradan da Yunanistan'a geçen bir fay hattıdır. Bu fayın
herhangi bir yerinde oluşan kırılma, bir deprem olarak etkisini göstermektedir.
Ayrıca bu fay hattında oluşan her deprem, başka bir depremin habercisi olarak
fay hattı üzerinde veya yakınında bulunan kentleri büyük ölçüde etkilemektedir.
Bu nedenle büyüklüğü 7,4 olan 17Ağustos
Gölcük merkezli deprem; başta İstanbul olmak üzere çevre illeri büyük
ölçüde etkilemiştir. En büyük can kayıpları Kocaeli, Sakarya ve Yalova'da ortaya çıkmış, yaklaşık 16 ilimiz bu
depremden etkilenmiştir.
Kuzey Anadolu Fay Hattı'nın ürettiği
tarihsel depremlere baktığımızda yaklaşık olarak 250 yıllık dönemlere denk gelen ve 7 ve üzeri büyüklükte olan depremlerin olduğunu görüyoruz.1766 Depremini dikkate aldığımızda 250 yıllık periyoda ulaşıldığı
anlaşılmaktadır.17 Ağustos 1999 Depremi
ile birlikte bu sürenin artı/eksi 30 yıl
olarak hesaplandığı ve beklenen depremin olma olasılığının%63 olduğu öngörülmektedir. Yine
İstanbul'un yaşadığı ve küçük kıyamet olarak bilinen 1509 Depremi ile 1766 Depremi arasında 257 yıllık bir dönem vardır.
Tarihsel süreç içerisinde Anadolu
coğrafyası sayısız depremler yaşamış olmasına rağmen,17Ağustos 1999 Depremiyeni bir durummuş gibi depreme hazırlıksız olarak
yakalanmış olmak başlı başına bir sorundu. 1999
yılına kadar yapılan uygulamaların pek bir işe yaramadığı acı bir tecrübeyle
görüldü. Oysaki milat 1939 Erzincan Depremi
olmalıydı. Bu depremde32 binden fazla insanımızın
hayatını kaybettiği, unutulmuştu. Oysaki milat
1966 Varto depremi olmalıydı,1971
Bingöl, 1976 Çaldıran-Muradiye,1983
Erzurum Aşkale,1992 Erzincan,1995 Dinar ve 1998 Adana Ceyhan Depremleri Milat
olmalıydı. Peki, 17 Ağustos 1999 Gölcük Merkezli Depremle,12 Kasım 1999 Düzce Depremleri
bir milat oldu mu? Bu sefer ders alındı mı?
1999 Gölcük ve Düzce Depremlerinin
ortaya çıkardığı can kayıpları ve büyük ölçekli ekonomik kayıplar, her kurum ve
kuruluşun konuyu yeniden düşünmesine neden oldu. Bu kapsamda yapı denetimi, nitelikli mühendislik eğitimi, mühendislik
hizmetlerinin kalitesinin yükseltilmesi ve ilgili mevzuatlar ülke gündeminin
ilk sırasında kendisine yer buldu.Yapı üretim süreci bileşenlerinin görev
ve sorumlulukları, deprem öncesi, deprem
sırası ve deprem sonrasında nelerin yapılması gerektiğine dair pek çok
bilinmez, sorun olarak varlığını hissettirdi.
Deprem gerçeği ile birlikte depreme
karşı alınması gereken önlemler, toplumsal ölçekte yeniden sorgulandı. Yapı
güvenliğinin sağlanması için yapılan ve yapılması gereken uygulamalarla
birlikte,yeni bir "AFET" bilincinin oluşturulmasına
kadar geniş yelpazede sorunlar ele alındı.
En azından İnşaat Mühendisleri Odası;
deprem ve güvenli yapı üretilmesi konusunu, farklı boyutlarıyla birlikte geniş
bir pencereden bakarak, sorunların kaynağını ve çözüm yollarını ortaya koydu.
1999 depremleri,%25 mertebesinde yapı stokunun
kullanılmaz hale gelmesine neden oldu. Kaçak olarak yapılan yapılarla
mühendislik hizmeti almadan üretilen yapıların oldukça fazla olduğu gözler
önüne serildi.
Depremden
sonra görüldü ki, sorun sadece önlenemez veya önlenmeyen göç ve bunun getirdiği
gecekondulaşmayla açıklanamayacak kadar büyük. Kaçak yapılaşmanın olağan
sayıldığı ülkemizde, ağır hasarlı binaların arasında devlet daireleri, hastane
ve okulların da bulunması; sorunun sadece bir imar sorunu değil,daha farklı
boyutlarının olduğunu da açıkça ortaya koydu.
İnşaat Mühendisleri Odası'na göre temel
sorun; plansızlık, çarpık kentleşme, yapı üretim sürecinin ve mesleki
uygulamaların niteliksizliği ve denetimsizliğinden kaynaklanıyordu.
Sorun, depremin kendisi değil doğurmuş
olduğu sonuçlardır.
Üstelik
ülkemizde binaların yıkılması için artık deprem bile gerekmiyordu. Yapılarımız
hiçbir dış etken olmadan bile yıkılıyordu. İlgili idaresinden ruhsat alarak
resmi bir şantiye şefi sorumluluğunda inşa edilen yapıların aynı zamanda bir
yapı denetim kuruluşu tarafından denetlenmesi gerekiyordu.
Beyoğlu-Sütlüce'de
ki şantiyede meydana gelen yıkım ve henüz imalat aşamasındaki inşaatlarda
üstüste gelen çökme haberleri, bugün bile imalat ve denetim mekanizmalarının
etkili çalışmadığını ve sistemin hala doğru işlemediğini ortaya koymaktadır.
ŞANTİYEŞEFLİĞİ,YAPI RUHSATLARI VE YAPI
DENETİM
Bir
doğa olayı olan depremin, doğal afete dönüşmesini önlemenin yolu, planlama-kentleşmeve yapı denetim
sisteminden geçmektedir. Depremle ilgili hemen her konunun ayrı bir önemi
bulunmaktadır. Ancak yapı denetimine ayrı bir vurgu yapılması zorunluluktur.
Çünkü yapı denetimi, güvenli yapıların üretilmesini sağlayacak ve gelecekte
aynı sorunların ortaya çıkmasını önleyecektir.
1999
depremleri, asıl sorunun sağlıksız ve kaçak yapılaşma, mühendislik hizmeti
almadan yapıların üretilmesi ve yapı üretim sürecinin denetlenmemesi olduğunu
açığa çıkardı. Dolayısıyla da tartışma daha çok yapı denetim kavramı üzerine
yoğunlaştı.
Yapı
denetim sorununu çözmek için atılan ilk adım 10 Nisan 2000 tarihinde yürürlüğe
giren ve yapı denetimini özel kuruluşlara bağlayan 595 sayılı Kanun Hükmünde Kararname idi. Kararnamenin iptalinin
ardından 29.06.2001 tarihinde yürürlüğe giren ve hâlâ uygulamada olan 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkındaki Kanun
da beklentileri karşılayamadı. Üstelik bu yasa 595 sayılı Yapı Denetim
Kararnamesinin bile gerisinde kaldı.
İnşaat
ve yapı sektörünün işleyişini ve sorunlarını tam olarak çözemeyen, ilgili
kurumlara, üniversitelere, meslek odalarına danışılmadan alelacele hazırlanan
kanun, sorunu çözmek bir yana kendisi sorun olarak gündemdeki yerini aldı.
Yıllar yılı ekonomi ve siyasetin en büyük finans kaynaklarından olan inşaat
sektöründeki payın bölüşülmesi kimsenin işine gelmezken, tüm sorumluluk tek
başına, üstelik hiçbir yaptırım gücü olmayan yapı denetim kuruluşları ile
mühendis ve mimarların üzerinde kaldı.
Denetim
işini yapamadığını anlayan devlet, yapı denetimi işlerini yapı denetimi
kuruluşlarına bıraktı. 4708 sayılı
Yapı Denetim Yasası'nın Genel Gerekçe bölümü, sorun ve çözüm bağlamında doğru
bir felsefi yaklaşıma sahipti. Ancak bu durum, yasanın içeriği ile denk
düşmedi. Anlaşıldı ki yasanın genel gerekçesini yazanlarla yasayı çıkaranlar konuyu
farklı algılamışlardı. Doğru bir
noktadan hareket etmek, doğru yere ulaşma anlamına gelmemiş, yasa yapıcı, yasanın
etki alanını daraltarak, muafiyet sınırlarının genişletilmesini sağlayıcı
düzenlemelere imza atmıştır.
Uzmanlıkların
dikkate alınmadan şantiye şefliğinin görevlendirilmesi bilime ve bilgiye
aykırıdır. Ayrıca 30.000 m2'ye kadar 5 inşaatın şantiye şefliğini
yapmış olmak doğru değil.
Yine
yakın bir zaman önce ruhsatlardan mühendis ve mimarların imzasının kaldırılmış
olması sahteciliğe neden olacağı gibi,
mesleki yetkinliği de zaafa uğratacaktır.
Açıktır
ki, Yapı Denetim Yasası'nda gerekli değişiklikler,
ihtiyaç duyulan düzenlemeler yapılmaz ise, on yıl sonra aynı sorunlarla karşı
karşıya kalınacak, olası bir depremde başta kamu binaları olmak üzere konutlar,
işyerleri ağır hasar görecek, çok sayıda bina yıkılacak, can ve mal kayıpları
yaşanacaktır.
PLANLAMA VE KENTSEL DÖNÜŞÜM
Nasıl
ki 1999 depremleri yapı imalatı dinamiklerinin değişmesi ve yapı denetim
sisteminin kurulması için bir milat olarak kabul edildiyse, 2011 Van Depremi de
Kentsel Dönüşüm için milat olarak kabul edildi.
2011 yılında yaşanan Van depremine kadar büyük tepki alan
kentsel dönüşüm proje ve uygulamaları kamuoyu nezdinde meşrulaştırılarak,2012 yılında 6306 Sayılı Afet Riski
Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Kanunu ile yasalaştı.
Hafif hasarla atlatılması gereken
depremlerde dahi yapıların kullanılamaz hale gelmesi ve can kayıplarına yol
açması, mevcut yapılardaki tehlikenin boyutunu gözler önüne sermektedir.
Ülkemizde yaklaşık yirmi milyon yapı bulunmakta, ancak bu yapı stokunun
ayrıntılı bir envanteri çıkarılmadığı
için depremde bir bütün olarak nasıl bir davranış sergileyeceği
bilinmemektedir. Bilinen, mevcut binaların %
67`sinin ruhsatsız, % 60'ının 20 yaşından büyük olduğudur.
Bu veriler, kentsel dönüşüm projelerinin meşrulaştırılmasını
ve kabul edilebilirliğini sağlamış, uygulama başlamıştır.
Depreme
karşı kentlerimizi, binalarımızı hazır hale getirmek iddiasıyla başlatılan
kentsel dönüşüm projelerinin bu amaca ne kadar hizmet ettiği tartışmalı olmakla
birlikte, kamu binalarının akıbeti ise belirsizliğini korumaktadır. "Riskli alan", "riskli yapı" belirlenmesindeki adaletsizlik, keyfilik ve hukuksuzluk
mağduriyetler ve hak kayıplarına yol açmaktadır. Depreme karşı yapı stokunu
güvenli hale getirmek iddiasıyla başlatılan kentsel dönüşüm uygulamaları, yeni
sorun alanları yaratmaktadır.
Daire alanlarının küçülmesi kat sayısı ve
daire sayısının artmasına neden olmakta, aynı sokak ve mahallenin alt yapısı
aynı kalmasına rağmen aile sayısı ve nüfusun artması kentin demografik yapısını
bozarak, fiziksel eşikleri zorlamakta, yeni trafik ve alt yapı sorunları
yaratmaktadır.
Kentsel dönüşüm projeleri kentsel rantın en yüksek olduğu bölgelerden başlamıştır.
Parsel
ölçeğindeki yenileme uygulamalarında ise açıkça görülmektedir ki, dönüşüm, müteahhit
firmalar ve mülk sahipleri için beklenen cazibeyi yarattığı koşullarda akıcılık
kazanmakta ve uygulanmaktadır. Taraflar açısından beklentileri optimum kılan
koşullar gelişmedikçe yapı yenilenmemekte, uygulamalar müteahhitlerin insafına
terk edilmekten öteye gidememektedir. Bütünlüklü bir planlama yerine parçacı bir anlayışla yapılar
yıkılıp yeniden yapılmakta,dolayısıyla kentlerin topyekûn, tüm teknik ve
sosyal altyapı sorunları ile birlikte iyileştirilmesi olanağını ortadan
kaldırmaktadır.
Mevzuat,
kentsel dönüşüm uygulamaları için temel beklenti olan sağlıklı ve yaşanabilir
bir çevrede güvenli yapılarda oturmak anlayışını karşılayamamıştır. YIK-YAP anlayışı kentsel dönüşümün temel
mantığı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kentlerimiz inşaat projelerinin birer
"ARAZİSİ" haline dönüşmüştür.
Kentsel dönüşüm; sosyal adalet, sosyal
gelişim, sosyal bütünleşme, tarihi ve kültürel mirasın korunması zarar azaltma
ve risk yönetimi ile birlikte kapsamlı ve bütünleşik bir şekilde ele
alınmalıdır.
İMAR AFLARI-İMAR BARIŞI!
Türkiye'de
gecekondulaşma süreci, ihtiyaç sahiplerinin barınma ihtiyacını karşılamaya
dönük masum bir çaba olarak başlamıştır. Bu durum zamanla örgütlenmiş bir mafya
tasarrufu olarak şekillenmiştir. İşin içerisine oy alma ve siyasi kaygılar da
girince "AF KONUSU" her seferinde "bu
son denilerek" defalarca yenilenmiştir.
Topraklarımızın
büyük bir bölümü deprem tehlikesi altında bulunduğu gibi, yapı stokumuzun
önemli bir bölümü de deprem riski taşımaktadır. Konuyla ilgili olarak tüm bilim çevreleri ve meslek Odaları mevcut yapı
stokunun iyileştirilmesi, onarılması ve güçlendirilmesi gerekliliğini dile
getirirken,24 Haziran seçimleri öncesi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın
öncülüğünde, TBMM tarafından ülke tarihinin en kapsamlı "İMAR AFFI"
çıkarılmıştır.
Amaç
maddesi "yerleşme yerleri ile bu
yerlerdeki yapılaşmaların; plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun
teşekkülünü sağlamak" olan 3194 sayılı İmar Kanunu'na Geçici 16. madde
eklenmiştir. Türk İmar Tarihinin bugüne
kadar ki en kapsamlı imar affı olan bu düzenleme ile hiçbir mühendislik hizmeti
almayan ve bu kanun kapsamında mühendislik hizmeti alması talepte edilmeyen
yapılar, herhangi bir kontrol mekanizması olmaksızın, kuralsızca, sadece mal
sahibinin beyanı ile kayıt altına alınarak yasal statü kazanmaktadır.
Çevre
ve Şehircilik Eski Bakanı Sayın ÖZHASEKİ, "mühendislere
2-3 bin lira verilmemesi için mal sahibinin beyanını esas aldık" diyerek,
ülkemizdeki yapıların yıkılma nedenleriyle yaşanacak bir depremde yapıların
yıkılma gerekçesini de ortaya koymuştur.
Sağlık
sorunlarını gidermek için en iyi doktoru arayan Sayın ÖZHASEKİ ve dönemin
milletvekilleri, mühendis ve mimarları yok sayarak "güvenli yapı üretimine de ihtiyaç olmadığını" ortaya koymuşlardır.
Mühendisin varlığını, bilgisini parayla ölçenleri mühendisler hiçbir zaman
unutmayacaklar.
Mühendislik hizmeti almamış, kaçak
olarak üretilmiş olan yapıların süresiz olarak yasal hale getirilmesi, devletin
asıl sorumluluğu olan halkın can ve mal güvenliğini sağlama sorumluluğunu da bırakmış
olduğu anlamını taşımaktadır.
Bu
anlayışla yeni yapılacak olan yapıların güvenli bir şekilde üretilmesi de
sorunun temel kaynağı olarak karşımıza dikilmiş bulunuyor.
TBMM
Meclis Araştırma Komisyonunun Marmara Depreminden sonra yaptığı araştırmada,
deprem bölgelerinde hasar gören ya da yıkılan yapıların % 80'inin imar
aflarından yararlandıkları saptanmıştır. Bu
gerçek tüm çıplaklığı ile kayıt altına alınmışken, getirilmiş olan imar affı ile;
3194 sayılı İmar Kanunu, 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkındaki Kanunu ve 6306
sayılı Afet Riski
Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun işlevsiz bir hale
gelmiştir.
"İmar Barışı"
denen bu afla, deprem güvenliği, mühendislik ve mimarlık mesleği hiçe sayılarak
toplumun can ve mal güvenliği yapı sahibinin "beyanına" teslim edilmiştir. Su havzaları,
dere yatakları ya da hazine arazilerine yapılmış kaçak yapılar da bu af
kapsamına alınmıştır.
Ayrıca,
tüm yasal kurallara uyarak onun bedelin ödeyen konut ve yapı sahipleriyle
birlikte, işini doğru yapan mühendis ve mimarlar da cezalandırılmıştır.
Değerler sistemi bir kez daha ayaklar altına alınmıştır.
17 Ağustos 1999 ve 2011 Van Depremlerinden bile hiçbir dersin
çıkarılmadığı görülmüş, para ve oy uğruna halkımızın can ve mal güvenliği
tehlikeye atılmıştır.
Beyoğlu-Sütlüce'de kaçak olarak yapılmış olan bina yıkılmasaydı, çıkarılmış
olan aftan yararlanarak yasal hale gelecekti.
Güvenli ve sağlıklı
yerleşim alanlarının oluşturulması için afete duyarlı ve bilimsel planlama
ilkelerini esas alan kentleşme politikalarının hayata geçirilmesi gerektiğinin
altını önemle çiziyoruz.
YAPI STOKUNUN MEVCUT DURUMU VE YAPI
ÜRETİM ANLAYIŞI
17 Ağustos 1999 tarihinden bu yana 19
yıl geçmesine rağmen, her an deprem tehlikesi ile karşı karşıya olan ülkemizde,
kısa süreli ve acil olan bazı önlemlerin bile alınamadığı, oy ve para uğrunavar
olan risklere yeni risklerin eklendiği görülmektedir.Üzülerek
söylemek gerekir ki; deprem güvenliği bakımından 1999 yılından daha iyi durumda
değiliz.
Yapıları depreme karşı hazırlamanın iki
yolu vardır:
İlki;
mevcut yapı stokunun durumu tespit edilerek iyileştirilmesi, onarılması,
güçlendirilmesi veya yeniden yapılmasıdır.
İkincisi;
yeni yapılacak olan yapıları, bilim, teknoloji ve mühendislik ilkeleri
doğrultusunda yapmaktır. Planlama ve tasarım aşamasından yapının kullanıma
açılmasına kadar tüm süreç mesleki yeterliliğe sahip mühendisler tarafından yönetilmeli
ve denetlenmelidir. Ayrıca, risklerin transfer edilmesi bakımından yapı sigortası ve mesleki sorumluluk
sigortası yapılmalıdır.
Profesyonel
mühendislik yaşamının düzenleyicisi olması gereken meslek
odalarının yetkileri giderek bilinçli bir şekilde azaltılmaktadır. Ticari kaygı
teknik kaygının önüne geçmiş, bilgi, beceri ve liyakat sahibi yöneticilerin
yerini şirket ve cemaat ilişkileri almıştır. Meslek odası, üniversiteler ve
endüstri arasında olması gereken işbirlikleri görmezden gelinerek yok
sayılmıştır.
İstanbul ve büyük şehirler başta olmak
üzere kentlerimiz doğal afetlere karşı duyarlı olmadığı gibi hazırlıklı da
değildir. Bu kapsamda:
1-Sel
ve su baskınları doğal bir hal aldı, afete dönüştü.
2-Isı
adaları oluştu iklim değişti.
3-Havalar
düne göre çok daha fazla kirlendi.
4-Kentlerimiz
depreme hazırlıklı değil.
5-Yeni
inşaat ve kentsel dönüşüm uygulamaları sosyal ve toplumsal sorunları artırdı.
SONUÇ
OLARAK
·
Bugüne
kadar bilinen bilgiler ve var olan teknolojilerle fayların bulundukları yerleri
bilmek mümkündür. Fakat fay hattının kırılacağı yeri ve fayların üreteceği
depremin zaman ve tarihini bilmek mümkün değildir.
·
Hiç
kimse bize 1999 depremlerinden sonra bilgi eksikliğinin olduğunu söyleyemez.
Yeni bir "Bina Deprem Yönetmeliği" yayımlandı. Zemin durumunu ve fay hatlarını
biliyoruz. Artık "ULUSAL DEPREM STRATEJİSİ VE EYLEM PLANINI-UDSEP 2023"ü
güncelleyerek uygulamaya koymak gerekiyor.
·
Mesleki
Yetkinliği temel alan "YETKİN MÜHENDİSLİK YASASI" çıkarılmalıdır.
·
Mühendislik
biliminin gerekleri dikkate alınarak, yapı tasarım uygulama ve denetim
evresinin sağlıklı bir şekilde işletildiği ülkelerde doğa olaylarının afete dönüşmediği
görülmektedir. Bu bağlamda, yapı stokunun
oluşturulması evresinde dikkate alınması gereken yer seçimi kararlarından, yapı
tasarımına, yapı üretimi ve yapı denetimine kadar, bilimsel ve çağdaş ölçekte
bütünlüklü bir yapı üretim düzeni kurulmalıdır.
·
1999 depremleri önemli ölçüde can ve
mal kayıpları ortaya çıkarmakla kalmamış, çok daha büyük bir tehlikenin henüz
yaşanmamış olduğunu da ortaya koymuştur. Bu da 1766'dan
beri kırılmamış olan fay dolayısı ile Marmara Denizi'nin içinde olacak
bir depremdir.
·
İstanbul Depremi çevre illeri de önemli
ölçüde etkileyecektir. Bu nedenle bilim insanları İstanbul Depremi ile ilgili
olarak çeşitli çalışmalar yapmışlar ve yapmaya da devam etmektedirler. Yapılan
çalışmalar göstermiştir ki yaşayacağımız İstanbul Depremi 7 (yedi) ve üzeri
büyüklükte olacaktır.
·
2004
yılında Bayındırlık ve İskân Bakanlığı'nın yapmış olduğu
"1.Deprem Şurası" ve yine 2009 yılında aynı bakanlığın yapmış
olduğu "Kentleşme Şurası"na
çok sayıda bilim insanı ve uzman katılmış ve son derece önemli çalışmalar yapılmıştır.
Fakat devlet bürokrasisinin sürekli olarak değiştirilmesi ve "LİYAKAT ölçüsüne bağlı kadrolar
yerine" söz dinleyen ve "arka
bahçe" olan kadroların göreve getirilmiş olması; ayrıca "Rant anlayışının depremin" önüne
geçmesi nedeniyle "deprem
zararlarını azaltmak ve planlı bir kentleşmeyi" sağlamak için
hazırlanan raporlar uygulama alanı bulamamıştır.
·
Her yıl çok sayıda mühendislik
diploması verilmesine rağmen kaliteli bir eğitim yapılamamaktadır. Can ve mal
güvenliğini sağlayan bir mesleğin insanları olarak; fiziki şartları uygun
olmayan, öğretim kadrosu son derece yetersiz olmasına rağmen inşaat mühendisi
diploması veren okullar açılmaktadır.
·
Her afetten sonra sık sık yapılan
"yara sarma" anlayışından
kurtulup bilimin tekniğin ve aklın gerektirdiği işleri yapmak gerekir. Depremin
bir doğa olayı olduğu kabul edilmeli ancak denetimsizliğin neden olduğu
olumsuzlukları "kader" gibi değerlendiren
yaklaşım terk edilmelidir. Bugüne kadar yapılan çalışmalar, deprem öncesi
alınacak önlemlerin deprem riskini önemli ölçüde azalttığını ortaya
koymaktadır. Sorunu sorun olmaktan çıkaracak olan tek çıkar yol, deprem yaşanmadan
önce alınacak önlemlerde saklıdır.
·
Ruhsatlardan mühendis
ve mimarların imzasının kaldırılması mesleğimizin gelişimini engelleyecek,
sahteciliğin önü açılacaktır.
·
Oda ile meslek insanı
arasına örülmeye çalışılan duvarlar kaldırılmalı, mühendis ve mimarlardan oda belgesi
istenmesine yönelik uygulama güncellenmelidir.
Haber : Özge Cerrah