TEMA KURUCUSUNUN KAZAĞI...
01 Mayis 2017 09:00:17
Medeniyet dediğimiz şey yaşamı tuhaf şekillerde etkileyebiliyor. Yaşamımıza kolaylık diye giren birçok şey, daha önce hiç farkında olmadığımız mahrumiyetleri de beraberinde getiriyor.
Tıpkı, otomobil sahibi olmayanlar, trafik sıkışıklığını araç sürücülerine nazaran daha az hissettiği gibi düşünün bunu... Eskiden yürüyerek gidebildiğimiz birçok yere araç bulup gidemediğinize hayıflandığınız olur ya... Aynen öyle.
Biri mektup yazdığında, posta idaresinin ne kadar iyi veya kötü çalıştığını anlamak için mektubu yazanın tarihini, pulun üstündeki mührün taşıdığı tarihi gözden geçirirdiniz. Posta idaresi, Ankara'dan bir mektubu iki haftada getirmiş olsa bile önemli bir problem değildi. Meğer ki mektup postada kaybolmasın. Yazıldığını bilmiyorsanız, bu da pek önemli bir problem değildi.
Evlere çevirmeli telefon alındığında, hatırı sayılan kişilerin evinde telefon olmaması önemli bir sıkıntı halini aldı. "Az yesin de bir telefon alsın" şikayetleri böyle ortaya çıkmış olmalı. Sonra araç telefonu diye bir şey peyda oldu. Ne olduğunu anlamadan cep telefonları çıktı. Birinci nesil cep telefonları öyle pahalıydı ki, onu alacağına evdeki Nuh Nebiden kalma buzdolabını değiştirmek veya bir cep telefonu almak arasında kararsız kalabilirdiniz. Her şeye rağmen bir cep telefonu edindiyseniz, gittiğiniz yerde nerede çekiyor diye elde telefon, yüksekçe yer arardınız.
Akıllı telefonlar çıktığında, problem daha da büyüdü. Cep telefonlarının kapsama alanı neredeyse her noktayı içine aldı. Bu kez de internet meselesi ortaya çıktı. Falanca operatörün interneti sizin evde nasıl çekiyor, Wi-fi uygulaması çalışıyor mu, Whatsapp'ta bir problem var, her toplumsal olayda ağırlaştırılan sosyal medya ortamları falan gibi bir sürü mutsuzluk kaynağımız var artık...
Adı üstünde sanal ortam ama sebep olduğu mutsuzluk ve stres, bu alemin yokluğunda yaşanan stresleri ona katlıyor. Teknolojinin ve tüketim toplumunun getirdiği yeniliklerden duyduğumuz mahrumiyet duygusu, modern yaşamın en önemli stres kaynaklarından birine dönüştü.
***
Sadece bu kadar da değil...
Eskiden arazi sınırındaki bir ihtilaf veya buna benzer meseleler insanların aralarında adli vakalar yaşanmasına yol açabiliyordu. Fakat yaşamlarını doğayla iç içe geçirmeye mecbursanız, ne bileyim narkotik problemleriniz olmaz. Gerçekten de jandarma bölgelerinde bu türden işlere karışmış kişileri gözden geçirirseniz, bu kişilerin bir dönem bulundukları kentlerde bu tür alışkanlıkları elde ettiğini gözlemleyebilirsiniz.
Doğaya yakın yaşayanlar, kafalarının içindeki dünya algıları yüzünden birbirlerine nadiren husumet beslediğini antropologlar da tasdik ediyor. İdeolojiler, inançlar gibi reel yaşamın dolaylı unsurları, eskiden insanların temel motivasyonları arasında ön sıralarda yer almazdı. Birisiyle komşuluk ilişkin iyiyse, imeceye tarlana geliyorsa geri kalan düşünceleri kendisine ait olabiliyordu.
Modern dediğimiz yaşamla birlikte, kutuplaşma denilen kavram temel motivasyonları yara yara ön sıralara yükseldi. Bakın şu referandum sürecine. Neredeyse toplum tam ortadan şak diye ikiye bölündü. Doğayla komşu ve işbirliği içinde yaşayan evvel zaman insanları arasında nadiren kişisel problemlere yol açan bir konu nasıl da insanları birbirine ötekileştirdi.
Biraz benzese de bu yazı bir nostalji yazısı değil. Bahar ayında bir zihin jimnastiği olarak algılayın bunu...
Zira modern insana göre doğaya daha yakın yaşayan toplumların geçmiş bayramlar haricinde hissettiği bir duygu değildir geçmişe özlem duymak. Onlar gelecek kışın ötesindeki geleceği nadiren düşünür, geçmişi daha da az kafaya takarlar. Modern döneme gelene kadar, insanların eskilerin bugünkülerden çok daha akıllı, çok daha yetenekli ve güçlü olduğuna inanıyor olması, geçmişe özlemden değil, bilinen masalların, özdeyişlerin ve üretim yöntemlerinin onlar tarafından icat edilmesi gibi pratik bir nedenden kaynaklanırdı.
***
Modernizme karşı mısın diye soracak olanlara, modern yaşamın zorlayıcı etkisini daha iyi açıklamak için bir anekdot aktarayım.
Hayrettin Karaca'yı çoğu kişi tanır... TEMA vakfı kurucusudur ve Türkiye'de ihracatın öncülerinden, sayılı zenginlerindendir. Bilenler bilir, hava koşullarının gerektirdiği durumlarda yakasında bir yaprak bulunan kırmızı renkli bir süveter giyer. Sanırsınız ki bu renk ve desende çok sayıda süveteri var, onu giyiyor. Oysa hep aynı süveterdir bu.
2007 yılında komşu ildeki bir üniversite etkinliğinde üstünde bulunan kırmızı süveterin öyküsünü anlatırken, aklımda kaldığı kadarıyla mealen şu ifadeleri kullanmıştı:
"Otuz yıldır bu kazağı giyiyorum, niye giyiyorsun diyorlar. Benim alacağım bir kazak için yün temin edilecek, ipe dönüştürmek için enerji harcanacak, üretim sürecinde doğayı kirleten atıklar ortaya çıkacak. Yenisini satın aldığımda ortaya çıkacak talep fiyatları yükseltecek. Sonuçta yenisini alsam da daha fazla ısınıyor olmayacağım. Niye böyle bir şey yapayım ki?"
Karaca aynı derecede ısıttığı sürece aynı kazağı giymeye devam edeceğini de söylemişti.
Aynı işi gördüğü halde, tüketim toplumunun moda kavramının dayattığı değişiklikler yüzünden çöpe attığınız, eskiciye verdiğiniz, bir şekilde kurtulduğunuza sevindiğiniz kazak var ya... Yenisini sizin mi aldığınız, yoksa almaya mı zorlandığınızı hiç düşündünüz mü?
Düşünseniz iyi olur.
ETİKETLER : Yazdır
Diğer Yazıları
© degisimmedya.com
İletişim Bilgileri Künye İstek, Şikayetleriniz İçin Tıklayın Tüm hakları saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. Tel : 0 372 322 27 30
E-posta: info@degisimmedya.com