O GÜNLER...
29 Agustos 2017 09:51:02
Falih Rıfkı Atay, İstanbul'daki gazetesinde çalışıyor. Çatalca üstüne yürüyen Yunan fırkalarından kaygı içindeler. Osmanlı Sarayı yabancıların konakladığı bir ecnebi otelinden yönetiliyor. Can kulağıyla Anadolu'dan haber bekliyorlar. 26 Ağustos 1922'de Hilal'i Ahmer kaynaklarından Türk ordusunun taarruza geçtiği haberi "Doğru çıkmayabileceği uyarısıyla gelir. Mesajda şunlar yazılıydı:
"Bugün öğleyin şehrimizin salahiyettar (yetkili) menabiinde (kaynak) Kocaeli mıntıkasında Türk ordusu tarafından harekât-ı muhimme-i askeriye icrasına başlandığı söylenmekte idi. Vakit geç olduğundan dolayı bu harekâtın bir taarruz mukaddemesi mahiyetinde olup olmadığını tahkik edemedik. Havadisimizin mevsukiyetine (kesinlik) itimat etmekle beraber, karilerimizin (okurlar) tebliği resmilerimize intizar (öngörü) etmelerini tavsiye ederiz. Haber doğru ise, Allah ordumuzla beraberdir, neticeye itminan (inanma) ile muntazır (bekleyen) olabiliriz "
Anadolu'dan ziyade yabancı ülke başkentlerinden haberler gelmektedir. 27 Ağustos'ta Roma'dan, Menderes vadisindeki Türk ileri hareketinin güçlendiği bildirilir. Atina'dan gelen başka bir telgraf, Türklerin cephenin bazı noktalarında cılız saldırı girişimlerinde bulunduğu anlatılır. Atay'ın da içinde bulunduğu gazetenin muhabirleri Fransız locasından, Hilali Ahmer'den havadis almaya çalışıyor ama muhabirler eli boş dönüyür. Atay'ın deyimiyle, "Akşama kadar öldürücü bir merak içindeyiz. Havada asabiyet var."
Falih Rıfkı Atay gerisini şöyle anlatıyor:
"Bütün günümüz adeta merak sancısı içinde geçti. Yalnız yemekten değil düşünmekten de kesilmiştik... Zırhlıları ile tümenleri ve alayları ile I. Dünya harbi düşmanlarının zaferi, hâlâ İstanbul'un surlarında ve sokaklarında idi. Bir tek umut, bir avuç askerde ve Mustafa Kemal denen isimdedir. Kapkara perdenin arkasında yalnız onların yaklaşıp uzaklaşan hayaletlerini sezinliyoruz.
Nihayet Rumca gazetelerde ilk rivayetler çıktı; biz taarruza geçmiştik ve başımızı yunan ordusunun çelik kayasına boş yere çarpıp duruyorduk...
Türk ordusunun bir taarruz savaşına giremeyeceği fikri, bizim kuşağımız için değişmez gerçeklerden biri idi... Ordumuzun kahramanlığına bel bağlardık, fakat onun ancak dayanma mucizeleri verebileceğini sanırdık. Onun son destanları 1877 harbinde Plevne, 1912 harbinde Edirne, sonra da Çanakkale idi. Rumca gazetelerin haberi ile merakımız biraz azalsa bile kaygımız ateş gibi yanıyordu."
O tarihte Atay'ın gazetesinin rakip gördüğü Akşam gazetesi, Türk ordusunun üst üste kasabaları aldığını yazıyor ama bu cenahtakilerin şüphesini gidermeye yetmiyor. Resmi bir tebliğ bekliyorlar. Saldırı durmuş mudur, gerilemiş midir net bir bilgi yok. Mustafa Kemal'e kızanlar ağızlarını açmaya başlamıştır. Karşı istihbarat moral bozucudur:
"Akşamüstü yine beynimizin içinde aynı burgu, kalbimizin içinde aynı ağrı Büyükada'ya gidiyordum. Aydınlık, ferah bir Ağustos akşamı... Köpüklü, uyanık ve neşeli bir deniz... Güverte tıka basa dolu... Türkçe konuşmayanlarda birbirinin sözünü kapan bir sevinç var... Sadece bu sevinç bizi yıkmaya yeterdi. "Ne olmuştu?" diye sormaktan korkuyorduk...
Bir fena şey vardı. Kimseye bir şey sormadan onu zihnimizde hafifletmeye uğraşıyorduk... İhtimal durmuştuk... Belki de bir iki noktada gerilemiştik... Ordu bozulmamışsa bundan ne çıkardı? Yunanlılar da artık bitkin bir halde değil miydiler? Aşağı yukarı bir uzlaşma yapabilirdik. Bu da elbette Sevr anlaşmasından daha iyi olurdu...
Fakat içimizdeki sorunun kimseden aramaya cesaret edemediğimiz cevabı kendiliğinden yayılıverdi: Başkomutan Mustafa Kemal Paşa bütün karargâhı ile beraber esir olmuş...
Keder insanları öldürmez derlerse bu söze inanın... Kalp denen şeyin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu ben, o akşamüstü Büyükada vapurunun güvertesinde öğrendim..."
Atay, "Ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arayarak sabahı ettik. İlk vapurun en görünmez köşesine sığınarak, iki büklüm köprüye indik" diyerek ruh halini anlatıyor. Fakat karşılaştığı manzara beklediğinden çok farklıdır:
"Bütün Türkleri yas içinde bulacağımı sanıyordum meğer ne kadar soysuzluğa uğramışız. Acaba sokaktakilerin hepsi şu veya bu "muhipler" cemiyeti üyeleri mi? Bizimkiler utançlarından evlerinde mi kalmışlardı? Bu gülüşler, bu çırpınışlar, bu el sıkışlar ne idi?
Meğer bütün karargâhı ile Başkomutan Mustafa Kemal değil, Yunan Başkomutanı Trikopis esir olmuş...
Size kalbin ne kadar dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu yukarıda söylemeseydim burada söylerdim. Bir çocuk gibi sıçramaya başladım. Habere, havadise, telgrafa koşuyorum. Hani o dün kızdığımız sürüm gazetesi yok mu, meğer resmi tebliğlerin kilometrelerce gerisindeymiş. Yunan ordusunu yok etmişiz, İzmir'e iniyormuşuz... Ben ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım... Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi... Ne olmuştuk biliyor musunuz? Kurtulmuştuk.
Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal, sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim."
***
Atay'ın mili mücadele yıllarını anlattığı "Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri" kitabını özellikle bugünlerde yeniden okumak gerek. Bugün 29 Ağustos, Büyük Zafer'in arefesi. Doksan beş yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin nasıl bir çelik yağmuru, ateş fırtınası arasında, inanç, azim ve gözyaşıyla yaratılan kahramanların emeklerinin eseri olarak kurulduğunu, bir kullar toplumunun nasıl bir millete dönüştüğünü bir kez daha anlamaya, dahası hissetmeye ihtiyacımız var.
ETİKETLER : Yazdır
Diğer Yazıları
© degisimmedya.com
İletişim Bilgileri Künye İstek, Şikayetleriniz İçin Tıklayın Tüm hakları saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. Tel : 0 372 322 27 30
E-posta: info@degisimmedya.com