TÜRK ŞİİRİNİN UÇARI ŞAİRİ METİN ELOĞLU
01 Aralik 2012 15:41:07
Bir sanatçının kızı olarak, gözlerinizi dünyaya açtıysanız eğer, size öğretilen değerlerin, hayat görüşlerinin, estetik kaygıların, icra edilen sanatın özgünlüğünün önemini kavramadaki çabalarınızın yaşadığınız ortama uyum sağlama konusunda çekeceğiniz sıkıntıların aşikârlığı böyle bir yaşama pek de hoş gelmediğinizi gözler önüne sermede gecikmiyor ne yazık ki! Çünkü sanatı ve sanatçıyı anlamak, anlamlandırmak, etkilemek, etkilenmek konusu, hayata karşı kendinizi yabancılaştırmak manasına geliyor öncelikle toplumumuzda. İç dünyanın yansıttıklarını, dış dünya görmezden geldiğinde yalnızlık kavramını anlamaya gerek kalmadan bunun birebir içinde olup yaşamış babanızı düşünmeniz yeterli oluyor. Bundan ötürü bu duygulara ortak olmuş tüm sanatçıların, varoluşsal serüvenlerini büyük bir merak ve ilgiyle takip etmek, ruhlarına yaklaşabilmek arzusu içinde olarak, yaşamımı sürdürürken ressam Chagal'in "sanatçının itibarı bu dünyada merak duygusunu ayakta tutma görevinden gelir" sözünü onaylıyor ve Türk şiirinin bıçkın ve uçarı unvanlı ironik dilin ustası, aynı zamanda ressamlığın dilini şiirinin renklerine katmayı başarmış şair olan Metin Eloğlu'ndan bahsetmek istiyorum. 1927 yılında İstanbul Çamlıca'da hayata merhaba diyen, asıl adı Mehmet Metin olan Metin Eloğlu'ndan.
Garip şiirinin açtığı yolda, kendi olmayı, sözcüklere olan hakimiyetine borçlu olan şairin ressam yönü yaşamına sağladığı geçim kaynağı olması yanı sıra şiirinin diline, çizgisine uzun yıllar dostluk, kardeşlik edecek, son nefesine kadar ayrılmaz bütünlük içinde ilerleyecek, sanatına bu iki yoldan can verecek olsa da şiirini resminden daha ön planda tuttuğunu şu sözlerinden anlıyoruz: "- Renk/ çizgi/ istif bitişikliğindeki anlam özelliği ile, iki sözcüğün yan yanalığındaki "meram anlatma" yöntemi, yordamı apayrı elbette... Bu yapısallığın gerektirdiği özende, birinden birini ertelemek bence zorunlu. Ne ki, ille de birini seç deseler, şiire varım; o daha ben'ce."
Şiire varım dediği tanışıp beslendiği, etkilendiği 1940'lı yıllarda Orhan Veli,
Melih Cevdet ve Oktay Rifat'ın burjuvanın değer yargılarını, ironili bir dille
ele aldıkları günlük konuşma dilini, sokağın dilini, argosunu eserlerinde
sıradan gerçekliği içinde anlatmayı ilke edindikleri, Garip adıyla anılan şiir
hareketine yakın duruşunu da 1950'lerde yayımlanan Düdüklü Tencere adlı ilk
eseriyle ortaya koyduğunu görüyoruz. Yeni sözcükler yaratmadaki hüneri,
çağrışımlı kıvrak dili duyulmamış kelimeleri dize içine uyumlu şekilde
yerleştirme özelliği halkın günlük dilini ve argosunu iyi bilerek kullanım
özelliği kendine has üslubunu yaratmadaki yeteneği, sevgili Gülten Akın'ın
dediği gibi "Garipçileri izleyen değil, geliştiren" yanını ortaya koymasıyla
önem kazanıyor.
Düdüklü Tencere adlı kitabında düzene karşı, yergide bulunduğu, abartılı ve
taşlamalı bir anlatımla zengin bir üslup kullandığını görüyoruz. Farklı
kelimelerin, insanı yadırgatmayacak şekilde dizeyle olan uyumuyla, toplumsal
hicivli şiirlerini başarıyla sergilemesi şiir yolculuğunu kavramanın ilk
basamağını oluşturuyor. Toplumsal gerçekçi anlayışın izinde ilerlediğini ve
Ahmet Oktay'ın ifadesiyle "kavgacı, militanvari şiirler" yazdığını ve daha
sonra da İkinci Yeni etkisinde kalarak, anlamsızlığa, imgeye, soyuta yönelerek
yazmış olduğu eserlerin yer aldığına tanık oluyoruz.
Metin Eloğlu'nun Varlık, Fikirler, Değirmen, Edebiyat Dünyası, Kervan,
Yeditepe, Türk Dili gibi dergilerde şiirleri yayınlanmıştır. 1947'den 1952'ye
kadar almış olduğu cezalar ve kural tanımazlığı nedeniyle, uzun bir askerlik
dönemi geçirmiş ve o süreçte, Limasollu Naci ile Yeni Dergi adında bir dergi
çıkarmışlardır. 1943'te Güzel Sanatlar Akademisi resim bölümüne girmiş ve ilk
iki yıl boyunca şiir yazarak ve dergileri takip ederek edebiyat yönünü verimli
geçirmiştir. Ancak bir arkadaşıyla gittiği meyhanede arkadaşının devlet
yönetimiyle ilgili olumsuz söylemleri nedeniyle tutuklanıp iki ay hapis
yatmıştır. Suçsuzluğu anlaşılıp serbest bırakılsa da akademideki kaydı
silinerek; ancak misafir öğrenci olarak derslere katılmaya izin verilmiştir.
İlk evliliğinden iki çocuğu olan Metin Eloğlu, aşkı seven, şiirlerinde
çoğunlukla bu temaya yer veren bir şair olarak karşımıza çıkmaktadır. Her ne
kadar şiirlerinde sık sık andığı ailesine bağlılığını göstermeye çalışsa da
kurallara baş eğmeyen tavrı, asi, öfkeli mizacı dik başlılığı ve savrukluğu
evliliklerini sürdürebilmesine mani olmuştur. Şimdi isterseniz gelin Türk
şiirine kazandırmış olduğu kitaplarına göz atalım:
*Düdüklü Tencere (Yeditepe, 1951)
*Sultan Palamut (Seçilmiş Hikâyeler, 1957)
*Odun (Alpaslan Mtb, 1959)
*Horozdan Korkan Oğlan ( Dost, 1961)
*Türkiye'nin Adresi ( Yeditepe, 1965)
*Ayşemayşe (Yay, 1968)
*Dizin (Güney,1971 TDK Şiir Ödülü)
*Yumuşak G (Baha Mtb, 1975)
*Rüzgâr Ekmek (Ada, 1978)
*Hep (Adam,1982)
Eloğlu, çiftçi kökenli bir babanın, oğlu olması sebebiyle belki de orta sınıf
insanların yaşamlarına tercüman olmaya çalışmış, şiirlerinde onların
sorunlarının sesi olmuştur. Toplumsal gerçekçi duyarlılığın dilini ustaca
kullanmış, lümpen çevreleri alaycı yaklaşımla eleştirmiş, dolaysız, yalın
ifadelerin engin tatlarını Türk şiirine armağan etmiştir. Kendi dönemini ve
kendinden sonraki şairleri etkilemiş bir şair olarak karşımıza çıkan Metin
Eloğlu sanatçı kişiliğini, onunla yapılan bir söyleşide "annemle aramızda su
sızmazdı 'erdem' diye nitelediğimiz tüm özellikleri ondan kaptım; hele hele
işlediği nakışlarla, anlattığı masallardaki seçkin diliyle, kimselere
benzemezliğimle 'sanatçılığa' eğilimimde köken payı onundur elbet" Bir de her
zor durumda "baş eğmezliği!" sözleriyle dile getirmiştir.
Eloğlu'nun şiir anlayışına gelince, lirik, romantik aşk şiirlerinin yanı sıra, atasözü,
sokağın dilini ki özellikle ilk üç kitabında yani "Düdüklü Tencere, Sultan
Palamut ve Odun"da yoğun bir şekilde işlemiş olduğunu görüyoruz. Öyküye dayalı
bir anlatım, açık bir dili kullandığını ayrıca öfkeli ve mizahi yönünü ön plana
çıkaran eserler ortaya koyduğunu görüyoruz. Somut-soyut, anlam-anlamsızlık,
dış-iç zıtlıklarını yüksek gözlem gücüyle yaşantısından ilham alarak büyük bir
titizlikle işlemiştir. Bir de kendisinin söylemine kulak verelim. Kendi
şiirini:
"Benim şiirimse öncelikle içten, öz olarak hep bir ilkesi, düzeni olan şiirdir"
sözleriyle tanımlamıştır.
Sonuç olarak, Garip akımıyla çıktığı yolda toplumcu gerçekçi söylemle ve daha
sonraları ikinci yeni anlayışındaki dil anlayışını harmanlaması, ona özgün bir
tarz yaratmış, deyimlerden ikilemelerden yararlanarak haksızlığa boyun eğmeyen
bir tutumu kendince yorumladığı hayatıyla Türk edebiyatına ezber bozan bir ses,
bir soluk getirmeyi başarmıştır. Bu yazıyla ben de merak duygusu
uyandırabildiysem eğer, şiirlerini incelemeyi siz okurlara bırakırken bende
gerçekten hoş bir tat bırakan dizeleriyle yazımı sonlandırıyorum:
Zurna'nın Zırt Dediği Yer
Bu dünya Sultan Süleyman'a kalmamış;
Ama size kalacak.
Olur a, Sultan Süleyman bilememiş işini;
Ama siz bileceksiniz.
Şöyle sizinle beraber üç beş kişi;
Öte yanı kör döğüşü.
Bir gün yaşamışsınız, ömrünüzde bereket;
Akşam olmuş kendiliğinden;
Bir konağınız var dayalı döşeli;
Kapıda arabanız, oda oda mutluluğunuz;
Kadehte kuşsütü var, tabakta minare gölgesi...
Biraz da aşk masalı ekleyin bu düzene;
Eklediniz mi?
Oh, yaşamak ne güzel şeymiş be!
Güzeldir tabii...
Şimdi
de bir oda düşünün bakalım;
Halı, kilim hak getire.
Ekmeğin, katığın lafı hiç edilmesin,
Otu ocağı bir kalem geçin;
Beş kişi uzanmış bir sedire,
Basıyorlar küfürü;
Kime?
Ne bileyim ben, kime...
Bu oda niçin mi yoksul?
O beş kişi yoksul da onun için.
Bu bayların, bayanların derdi ne mi?
Ne olacak: Memleketin derdi.
Peki ama, çaresi yok mu bu işin?
Ha
şöyle,
Düşünmeye alışın.
ETİKETLER : Yazdır
Diğer Yazıları
© degisimmedya.com
İletişim Bilgileri Künye İstek, Şikayetleriniz İçin Tıklayın Tüm hakları saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. Tel : 0 372 322 27 30
E-posta: info@degisimmedya.com