
SABAN VE KÖMÜR...
22 Ocak 2016 09:14:13
İnsan kimi zaman belli sahneler yaşadığında, hiç hesapta olmayan bazı imgeler geçmişin dolambaçları arasından çıkagelir.
Ereğli'de Kaymakamlık tarafından düzenlenen, tarımın problemlerinin tartışıldığı toplantı, mısır ve buğday tarımının yaygın olarak yapıldığı 1970'li (ve daha öncesindeki) yıllarda, her köy evinin altında büyük bir odanın (tam:ahır) mağrur hükümdarları olan bir çift öküzü getirdi akla.
Kaçınılmaz imgelerden öbürü de Muzaffer İzgü'nün, "Halo Dayı ve İki Öküz" romanında bir çift öküz almak için para kazanma arzusuyla İstanbul'a göç eden ve burada ailesinin fertlerinin önemli bir ahlak erozyonuyla karşı karşıya kaldığını dehşetle fark eden "Halo Dayı"sı oldu.
Halo Dayı neticede iki öküzü alır ama köyüne döndüğünde öküzleriyle hava atacağı arkadaşlarının hayata veda ettiğini öğrenir. Üstelik uğruna üretim yapacağı çocukları da İstanbul'un yaldızlı rüyalarına tutsak olmuş, geri dönmemişlerdir.
Her göç hikâyesi, bir ahlak erozyonuyla kesişmez elbette. Yine de bu öykü, dikkatle okunursa, yetmişli yıllardan bu yana Batı Karadeniz Bölgesi'nde (ve başka bölgelerde) tarım sektörünün yaşadığı gerilemenin sadece düşen üretim miktarları ve köy nüfusları değil, aynı zamanda insani bir trajedi olduğunu hatırlatır.
***
Mevzu Ereğli bölgesi olduğuna göre, öykünün başka kısımlarından ziyade buraya odaklanmakta yarar var.
1970'li yılların başında hemen hemen her köy evinin altında iki öküz, bir inek, bir buzağı ilave olarak bir katır veya eşek bulunan bir ahır bulunurdu. Bu ahır sakinleri ile ev sahiplerinin yaşamı bir sembiyoz yaşam biçimiydi. Yani birinin varlığı öbürünün varlığını zorunlu kılıyordu.
Bahar aylarında mısır ekimi, sonbaharda buğday-arpa ekimi, yaz aylarında hasat , harman işleri yapılırdı. Her ev kendisinin ve ahır sakinlerinin ihtiyacını görecek üretimi gerçekleştirirdi. Türkiye'nin başka yerlerinden farklı olarak karaelmas diyarında her evde bir-iki maden işçisi vardı. Ailenin para ihtiyacı madenden karşılandığından bu tarım ürünlerinin ticareti de yok denecek kadar azdı. Her ev kendi içinde kapalı bir ekonomi olduğundan başka bölgelerde yaygınlaşan imece geleneği bile yaygın değildi. Yine de neredeyse tencereye giren her şey, ev ve ahırda yaşayanların emeği ve terinin mahsulüydü.
1970 yılında Türkiye'de kent merkezlerinde yaşayan nüfus, yaklaşık 13 milyon 700 bin kişi, köyler ve beldelerde yaşayan nüfus ise yaklaşık 21 milyon 900 bin kişiydi. Yani nüfusun yüzde 60'tan fazlası köylerde yaşıyordu. Ereğli bölgesinde de durum aynıydı.
Eğitim düzeyi o kadar düşüktü ki okul ve eğitim bir ihtiyaç olarak kabul edilmiyordu. Ortaokula giden öğrenci çok azdı. Liseye giden ise neredeyse hiç yoktu. Köy halkı karasaban ve kömüre yazgılı bir yaşam sürüyordu.
Böyle bir ortamdan müteşebbis çıkmamış olmasında şaşacak bir şey var mı?
***
Barrington Moore Jr, ister demokratik, ister totaliter olsun, tüm kalkınma modellerinin neticede "Köylülük" olgusunun ortadan kalkmasıyla sonuçlandığını anlatır. Ereğli'de de her gelişme köy nüfusunu bu yola itti.
Elektrik, televizyon, yıldızlarda yaşayan insanların pırıltılı yaşamlarına öykünme derken, evden ilk eksilen öküzler oldu. Çünkü un ucuzdu, öküzlere bakmak için harcanan emeğe değmiyordu. Boşa çıkan tarım arazilerine fındık fidanları dikildi. Bu da ahırın öbür sakinlerinin otlak olarak kullanabileceği alanların daralmasına yol açtı. Kim ne derse desin, Zonguldak köylerinde hayvan popülasyonundaki azalmanın birinci sebebidir bu.
Kimi bölgelerde süt ürünlerinin işlendiği tesisler kurma girişimleri, (Sami Seçkin'in valiliği döneminde, valinin ismini alan Seçkin Süt Ürünleri örneği mesela) sadece kendi ihtiyacı için süt üreten köylü kadınlarda kısa süre için doping etkisi yaptı. Ancak düşük fiyatlar, gününde ve nakdi olarak yapılamayan ödemeler yüzünden birçok hane inek beslemekten vazgeçti.
Böylece inek ve buzağı da gitti, varlığı bunlara bağlı olan katır da... Bunlar için ekilen biçilen tarlalar da boşa çıktı ve yerine satış garantisi olan fındık dikildi.
***
Bugünkü neslin dedelerinin tarlada yaptığı şeye gerçek anlamda "Tarım" denilebilir mi tartışılabilir. Zira ekonomik değer üretip piyasaya sürme amacı yoktu ortada.
Saban gittikten sonra, TTK'da çalışan sayısı da azalmaya başladı. Kamudan maaş almak köylerde bir ayrıcalık haline dönüşünce, gençler inşaatlarda çalışmak üzere şehirlere göç etti. Eğitim olanakları geliştikçe bu alan da büyük bir ihtiyaç doğurdu derken köy nüfusu büyük oranda ununu eleyip eleğini asmış emeklilerden ibaret kaldı. Araziler küçük sebze tarhlarına dönüştü. Hükümet arazilerin miras yoluyla bölünmesini engelleyen bir yasa çıkardı ama bugüne dek geri dönülmeyecek bir noktaya gelinmişti zaten.
Yine de fındık tarımı devam ediyor. Maaş, sigorta, çocukların eğitimi vb saiklerle şehirde yaşayan ve istihdam olan köy kökenliler, yaz aylarında fındık tarlalarına dönüyor, hasatlarını yapıyor ve yeniden kentteki mücadelelerine geri dönüyorlar. Hükümet arazilerin miras yoluyla bölünmesini engelleyen bir yasa çıkardı ama bugüne dek geri dönülmeyecek bir noktaya gelinmişti zaten.
Şurası kesin. Köylerde kalan genç nüfus, gelecek planlarını şehirde bir yer edinmeye dayalı olarak yapıyor. Köylerdeki emeklilerin her biri için hak vaki olduğunda durum daha da vahim bir çehreye bürünecek.
Sorun öyle eğitimle, revizyonla çözülecek gibi değil. Bu alanda devrimşart...
ETİKETLER : Yazdır
Diğer Yazıları
Köşe Yazarlarımız
Çok Okunan Köşe Yazıları
» Henüz BUGÜN Yazı Görünmüyor